SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 12 - 02.04.2020

 

YARGI SİSTEMİNİ HIZLANDIRACAK VE YÜKÜNÜ HAFİLETECEK ÖNERİMİZ;  “TAHKİM”

 Av. Bayram SAKARTEPE

            Bilindiği gibi, ülkemizin en temel üç problemini sayın denilse, herkesin ittifakla sayacağı üç problem arasında mutlaka Adaletin sağlanması, Adalet mekanizmasının hızlandırılması gelmektedir. Halkımız geç  gelen adaletin, adalet olmadığı kanaatindedir. Dolayısıyla iktidarların birinci görevi “Haklının hakkını süratle alıp, kendisine iade etmektir. Milletimizin beklentisi de bu yöndedir.

            Masanın karşı tarafından, yani Yargı camiası açısından baktığımız da ise, mahkemelerin iş yükü bir insanın kaldıracağının çok üstünde olup, ortalama bir dosyaya dört ayda bir duruşma sırası gelmektedir. Hakimlerimiz ortalama her gün elli dava dosyasına bakmak zorunda kalmaktadırlar. Duruşma günlerinde, her dosyaya birkaç dakika ayırarak, ancak çok sınırlı sayıda dosya bitirilebilmektedir.

          Aslında son 15 yılda ülkemizdeki adliyeler fiziksel olarak fevkalade yenilenmiş, imkanları artırılmıştır. Özellikle Adliye binaları daha önce, Hükümet konaklarının zemin katlarında birkaç odadan ibaretken, son dönemde, büyük ve gösterişli Adalet Sarayları yapılmıştır. Örneğin İstanbul Çağlayan Adliye Binası Avrupa’nın; İstanbul Anadolu Adalet Sarayı ise Dünyanın en büyük Adalet Sarayları arasında ilk sıralar da gelmektedirler.

          Ayrıca  Hükümet, adalet teşkilatında görevlendirilmek üzere binlerce personel almaktadır. Bununla birlikte, Hükümet hukuk davalarında, arabuluculuk, ceza davalarında uzlaştırmacılık kurumlarını dava öncesi zorunlu hale getirmiştir. Buradaki amaç ise mahkemelerin iş yükünü, tarafları sulh olmaya davet ederek, hafifletmektir.

            Ancak maalesef ki bu fiziki ve insan kaynağı açısından iyileştirmeler adalet mekanizmasını hızlandıramamış ve milletimizin beklentilerine cevap verememiştir.

            Yeniden Refah Partisi olarak, Adalet mekanizmasının hızlandırılması ve toplumdaki adalet duygusunun tatmini; her şeyden önemlisi ise Adalet mekanizmasına duyulan güvenin bir an önce tesis edilmesi gerektiğini ifade etmek isteriz. Bunun için ilk önerimiz, “Tahkim” sistemini etkinleştirmektir.

           Milli Görüş’ün hukuk anlayışında, vatandaşlar arasında ”Akit Serbestisi” ilkesi hakimdir. Yani Devlet vatandaşlarına belli bir sözleşme şeklini dayatmaz. Taraflar özgürce istedikleri sözleşmeyi yapabilirler. Bu sözleşmeden dolayı, aralarında ihtilaf çıkarsa, o zaman Devlet mekanizması devreye girmektedir. Burada önerilen “Tahkim Kurumu”nu işletmektir. Taraflardan her biri, birer tane hakem atarlar. Bu iki hakem bir araya gelerek, problemi ittifakla çözmeye çalışırlar. İttifak edemezlerse, iki hakem, bir baş hakem atarlar ve böylece 3 kişilik hakem heyetinin kararı ile ihtilaf neticelenmiş olur.

            Bu mekanizma hayata geçirildiğinde, öncelikli olarak ihtilaflar hızlı ve ucuz çözülmüş olacaktır. Bu ise Mahkemelerin iş yükünün çok büyük bir kısmını alacaktır. Uluslararası Hukukta aktif bir mekanizma olarak işleyen Tahkimi, yani hakemlik sistemini iç hukukta da etkin hale getirmemiz gerekmektedir.

            Bizim iktidarımızda avukatlar ve emekli hakimler arasından seçilecek “Hakemler” ile hakemlik yani tahkim müessesesini işler hale getireceğiz. Hakemlerin verdiği kararlar yerel mahkeme kararı hükmünde olacaktır. Bundan dolayı, taraflardan birisi isterse, bir üst yargı yoluna denetim için götürebilecektir (Temyiz). Yine bu kararlar İlam hükmünde olacağı için, hükmü yerine getirmeyen taraf için cebri icra yoluna da başvurulabilinecektir.

           Yargıyı hızlandıracak pek çok çözüm üretilebilir ancak, Milli Görüşçüler olarak ülkemizde ve Dünya’da adaletin sağlanmasının en etkili yolunun “Önce Ahlak ve Maneviyat” anlayışının kalplere yerleşmesinden geçtiğinin bilincindeyiz. Herkesin başına bir polis dikme imkanı mevcut değildir. Müftü fetva verse de bir de kalbine sor, prensibiyle, kul hakkı ve ahiret bilincine sahip nesiller yetiştirmek zorundayız. Hakkı ve Hukuku bilen insanların yaşadığı bir toplumda zaten mahkemelere ve adalet mekanizmasına fazla iş kalmayacaktır.

 

              İNFAZ İNDİRİMİ (AF) YASASI

        Dünya ve ülkemiz normal bir süreçten geçmiyor. Bugünlerde tarihte az görülen salgın hastalık tehlikesi ile mücadele edilmektedir. Tüm hükümetler, mevcut krizi en az hasarla atlatmak amacıyla birtakım tedbirler almaktadırlar.

           Şu anda TBMM’de görüşülen infaz yasasındaki değişiklik önerisini, bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. Bu düzenleme, infaz yasası değişikliği olarak gelse dahi sonuçları itibarıyla toplumda dolaylı ve kısmi bir af şeklinde algılanmaktadır.

           Yeniden Refah Partisi  olarak, toplumun adalet duygusunun tatmini açısından af yetkisinin suçtan  zarar görende (Mağdur tarafta) olduğu kanaatindeyiz. Bu ilke çerçevesinde Devlete karşı işlenen suçlarda affetme yetkisinin Devlette; Şahıslara karşı işlenen suçlarda da affetme yetkisinin, bu suçtan zarar gören mağdurda, yani şahıslarda olması gerekmektedir.  Geçmiş yıllarda olduğu gibi, Hükümetlerin şahısların yerine geçerek,  mağdurlar yerine af yetkisini kullanması, toplumdaki adalet duygusunu zedelemektedir. 

               Bizim iktidarımızda, şahıslara karşı işlenen suçlar, ancak suçtan zarar gören yani mağdurlar tarafından affedilecektir. Mağdurun rızası olmadan bu suçlara af getirilmeyecektir.

 

“BİZİ BİZ YAPAN AİLE DEĞERLERİMİZİ ÇİĞNEYEREK HAYATTA KALMAK,  İÇİMİZDEKİ İNSANI ÖLDÜREREK YAŞAMAK DEMEKTİR”

Koronavirüs salgını nedeniyle İNSANLIK olarak büyük bir sıkıntıyla karşı karşıyayız.  Virüs salgını ülkemizi ve tüm dünya ülkelerini maalesef ki tam bir kaos ortamına sürüklemiştir.

Virüs krizi öyle bir noktaya ulaştı ki, hastalık bulaşması korkusuyla birçok insan en sevdiklerinden bile kaçar oldu.

Elbette ki bu noktada bilim insanlarının, uzmanların, doktorlarımızın tavsiyelerine kulak vermek ve alınan tüm tedbirlere titizlikle uymak son derece önemlidir.

İnsan hayatının ve sağlığının korunması ve bu yolda “Tedbire tevessül”  inancımızın bir gereğidir.

Bilindiği üzere ülkemizde bu salgın hastalık nedeniyle 65 yaş ve üzerindeki büyüklerimize koruma amaçlı olarak sokağa çıkma yasağı getirilmiştir.

Bu yasak kapsamı içerisinde olan bazı büyüklerimiz, ya salgının etkilerinden yeterince haberdar olmadığı için veya bu konuda yeteri kadar hassas davranmadığı için sokağa çıkma yasağına riayet etmeyebiliyor, alınan tedbirlere uymayabiliyorlar. 

65 yaş üzeri bazı büyüklerimizin bu tutumları, gençlerimizi büyüklerimize karşı ‘sorumsuz ve saygısız’ davranmaya asla ve asla itmemelidir. 

Unutmayalım ki, AİLE BÜYÜKLERİMİZ VE YAŞLI AMCA VE TEYZELERİMİZ Tüm dünyanın maruz kaldığı ve mücadele ettiği “Pandemi”nin sebebi ve sorumlusu değil,  mağdurlarıdır...

Yaşlılarımıza karşı Virüsün kaynağı onlarmış gibi bir davranış içerisine girmek, hem bilimsel olarak yanlıştır hem de her şeyden önce dini ve kültürel değerlerimizin asla kabul etmeyeceği  büyük bir ahlak yoksunluğudur.

Büyüklerimizi inciterek hayatta kaldığımız bu fani dünyada huzur bize haram olur, yaşadığımız hayattan bize de bir hayır gelmez.

“Cenabı Allah’ın rızasını kazanmanın yolu, ana-babalarımızın rızasını kazanmaktan geçer” 

Çok iyi bilmemiz gereken bir gerçek de işte budur.

Onların değerini bilmez, onlara saygıda hürmette kusur edersek, biz de evlatlarımızdan aynısını görmeden bu dünyadan göçmeyiz.

Yaşlılarına hürmet etmeyen, onlara eziyet eden bir toplum olursak, bu virüsten daha büyük musibetlere de duçar oluruz, Allah muhafaza buyursun …

Asırlar boyunca ahlakıyla, aile hayatıyla tüm dünyaya örnek olmuş bir millet olarak bizlere küçüklerimizi sevmek, büyüklerimize de hürmet etmek yakışır; ecdadımızın 1000 sene boyunca üç kıtaya adalet medeniyet ve ilim götürürken bağlı olduğu düsturlardan bir tanesi de işte budur.

EN BÜYÜK MEDENİYET ÖRNEĞİ; KUL HAKLARINA SAHİP ÇIKMAK, VE TÜM İNSANLIĞA ŞEFKAT VE MERHAMET GÖSTERMEKTİR.

Allah’ın izni ile, bilim adamlarımızın geliştireceği ilaçlar ve tüm sağlık çalışanlarımızın gayretli çalışmaları neticesinde KORONAVİRÜS de bitecek, bu sıkıntılı günler de geçecek İnşallah ...

YETER Kİ BİZ, BİZİ BİZ YAPAN DEĞERLERİMİZDEN ÖDÜN VERMEYELİM, SEVGİ VE MERHAMET DUYGULARIMIZI KAYBETMEYELİM.

Tüm gençlerimizi; bu zor günlerde aile büyüklerine karşı hata yapmamaya, onlara en güzel şekilde hizmet etmeye, ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olmaya davet ediyoruz.

EMİN OLALIM Kİ, HEPİMİZ ANNE BABAMIZA YAPTIKLARIMIZIN AYNISINI EVLATLARIMIZDAN GÖRECEĞİZ.

Kendimize reva görmeyeceğimiz incitici ve kalp kırıcı yanlışları AİLE BÜYÜKLERİMİZE BİZ YAPMAYALIM.

 

 

       
 

 

 

COVID-19 VE YAŞANAN MED-CEZİRLER

 
Doğan Bekin

Dönemin en büyük sarayını inşa eden Fransa Kralı Louis XIV, ne yazık ki sarayda istihdam edilen binlerce kişi için öngörülen 300 kadar porselen ördek, saraydakilerin ihtiyacına cevap vermekten uzak olmakla kalmıyor, aynı zamanda Versailles Saray’ı içerisinde ağır ve yoğun bir kokunun oluşmasına neden oluyordu.

Saray çalışanlarının bir kısmı ağır kokuyu absorbe edebilmek adına vazolarda portakal çiçeğini absorban olarak yetiştirme yoluna gidiyorlardı.  Kral Louis XIV ise, yıkanma fobisi  (ablutophobia) yüzünden saray temizliğinin haftada bir yapılmasını emrediyordu. Kendisi de birkaç ayda bir yıkandığı için Versaillles’te istihdam ettiği peruk imalatçılarının yaptıkları perukları kullanırdı.

Ünlü Fransız Diplomat ve Anı Yazarı, de Saint-Simon Dükü Louis de Rouvroy, kaleme aldığı Louis XIV’ın Versailles’i kitabında, Prenses d’ Harcourt’un yürürken küçük…. yaptığını ve hizmetçilerinin onun arkasından yerleri temizlediklerini belirtiyor.

Oysaki yüce dinimiz 1400 yıldan beri temizliği öngörüyor bizlere. Büyük fedakârlık içerisinde gecelerini gündüzlerine katan değerli sağlık çalışanları da virüs konusunda önleyici kural olarak sürekli temizlikten dem vururken, her ne hikmetse Peygamber Efendimiz S.A.V. tarafından ifade buyurulan ‘Temizlik imandandır’ hadis’i ve beş vakit abdest bağlamında bu konunun gündeme taşınması yönünde asıl söz söylemesi gereken din âlimlerinin suskunlukları gözlerden kaçmamaktadır.

Savaşın biçim ve içeriğini değiştiren korona virüs hamlesinin sıcak veçhesi konusunda zihinler hala bulanık ve büyük bir kavram kargaşası yaşanıyor. Oysaki bugün yaşananlar adı konmamış üstü örtük bir savaşın tezahürü olup, bildiğimiz savaşlardan çok öte ve farklı varyasyonlu yeni dengelerin ortaya çıkmasına neden olabilecek kapasite ve boyutta seyretmektedir. 
Amerika’nın 1930’larda yaşadığı büyük buhranlı dönemi kaleme alan Horace McCoy’un romanından esinlenerek sinemaya uyarlanan “Atları da Vururlar” (They Shoot Horses) filminde olduğu gibi vahşi kapitalizmin ayak izlerini COVID-19’da da görmek mümkündür. Ama bir farkla; bu virüsün bir bumerang olup kendilerini de büyük bir dip dalga ile vurabileceğini belki de hesaba katmamışlardı.

Özellikle Çin, bir yandan ABD’yi suçlarken, diğer yandan bu virüsün enfekte ettiği yedi buçuk milyon Wuhanlı’nın 21 Ocak 2020 tarihine kadar Wuhan dışına çıkışına göz yumarak bir bakıma bunun pandemik olmasına da göz yummuş veya ihmalkar davranmıştır. Sadece 1 Ocak 2020’ye kadar 900 Çinli’nin New York kentine seyahat etmiş olması gözlerden kaçmamaktadır. Özellikle COVID-19’un New York’ta hızla yayılması son derece anlam ifade etmektedir.
New York kentindeki beyaz ırkın üstünlüğü yanlısı örgütlerin virüs konusunda Siyonizm’i imlemeleri de bir başka önemli gelişmedir.

   
 

 

 

 

DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZİN DÜNYA GÖRÜŞÜ:

FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ

Prof.Dr. Arif ERSOY*

 

4.    DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZDE FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ

Toplumların ortak inancı ve değer ölçüleri, tarihi birikimi, kültürel ve doğal çevreleri de toplumların ortak davranışlarını ve bu davranışları tanzim eden kurumsal yapılarını şekillendirir. Bundan dolayı, farklı bir medeniyetin dünya görüşüne göre oluşturulan kurum ve kuralları, başka bir medeniyetin dünya görüşüne inanan bir topluma aynen aktarılması sorunlara, çelişki ve yozlaşmalara yol açar. Toplumsal   bozulma ve yozlaşma zamanla dayanılmaz boyutlara ulaşır. Farklı bir dünya görüşü ve değer ölçülerine göre oluşturulan kurum ve kuruluşların işleyişini anlayamayan kitleler bu ithal kurumsal yapı ile bütünleşemezler. Dışarıdan ithal edilen bu kurumsal yapı, halkın sosyal yardımlaşma ve dayanışma bilincini zaafa uğratır. Çünkü milli olmayan ve taklit edilen eğitim değerlerine göre eğitilmiş olan bürokratların zihnen sömürgeleştirilmesi kolaylaşır. Bu tür bürokratlar, kendi değerlerine zamanla yabancılaşırlar. Halkın sahip olduğu dünya görüşü ve değer ölçüleriyle adeta kavgalı hale gelebilirler.

 

Doğrudan sömürgeleştirilemeyen böyle ülkelerin zihni sömürgeleşmeye maruz kalan bürokratları, zamanla halkın inancı ve değer ölçülerine yabancılaşırlar. Milletin sahip olduğu devletin imkanlarını millete karşı kullanırken sömürgecilerin lehine işleyen politikaları uygulamayı bir çeşit ilericilik kabul ederler. Böylece millet, kendi devletiyle kavgalı hale gelir. Sömürgecilerin zihniyetini temsil eden bürokratlar, sorun çözecekleri yerde sorun üretirler. Sorun üreten baskı ve dayatmacı bürokratlar, ülkenin beşerî ve doğal kaynaklarını harekete geçiremezler. Aslında zengin beşeri ve doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen halkıyla devleti bütünleştiremeyen yönetimler, ülkelerindeki beşerî ve doğal kaynakları harekete geçiremezler. Böylece beşeri ve doğal kaynakları bakımından potansiyel olarak zengin olan ülke veya ülkeler zamanla borçlanır ve yoksullaşır.

 

Bugün ülkemizde ve coğrafyamızda ortak dünya görüşümüz ve değer ölçülerimizin biçimlendirdiği düşünce geleneğimizin “farklılıkta birliği” sağlayan fikri temelleri yeniden keşfedilir ve bu değerlere göre yeni stratejiler geliştirilir ve uygulanır ise, milli birlik ve bütünlüğümüz daha da güçlendirilir; kültür coğrafyamızda yaşayan kitlelerin arasında yardımlaşma ve dayanışma bilinci geliştirilir ve yaygınlaştırılır. Milletimiz geçmişte bu alanda öncülük yaptığı gibi gelecekte de öncülük edebiliriz. Zaten coğrafyamızda farklı ülkelerde yaşayan ve farklı dilleri konuşan ve farklı inançlara sahip olan insanlar, düşünce geleneğimizi oluşturan ilkelere yabancı değillerdir. Farklılıkta birlik ilkelerinin paylaşıldığı kültür coğrafyamızda geçmişte sağlanan yardımlaşma ve dayanışma gelecekte de sağlanabilir. Böylece hem ülkemiz hem de coğrafyamız barış ve istikrara kavuşturulabilir. Düşünce geleneğimizin farklılıkta birlik içinde yaşamanın fikri temelleri aşağıdaki başlıklar altında özetle anlatılmaya çalışılacaktır.

 

4.1.        Yerellik ve Evrensellik ilkesi

İslam’ın temel ilkelerine göre insanın yaradılış gayesi, önce kendi nefsini ıslah ederek yeryüzünün ıslah ve imarına katkıda bulunmaya gayret etmektir. Birey olarak insanın görev ve sorumlulukları, önce nefsine, ailesine, akrabalarına ve komşularına yöneliktir. Yaşadığı yerleşme yerindeki insanlara karşı görev ve sorumluluğunu yerine getiren insan, mensup olduğu ülkenin ve hatta bütün beşeriyetin iyliği için çalışması temel görevidir. Aile düzeyinde başlayan yardımlaşma ve dayanışma gayretleri, fertler ve sosyal gruplar arasında halkalar halinde en ufak yerleşme birimlerinde, kentler, bölgeler, ülkeler ve küresel düzeyde de devam etmelidir.

 

Varlık aleminde en ufak atom ve hücreler arasında bulunan ahenk, denge, yardımlaşma ve dayanışma, gezegenler ve galaksiler arasında nasıl devam ediyor ise; birey, aile, sosyal guruplar, kentler ve ülkeler arasında da devam etmelidir. Çünkü bütün beşeriyete hitap eden İslam Dini, yeryüzünde barış ve dayanışmayı sağlayan, ıslah ve imar etmenin yol haritasıdır. Bu yol haritasını takip edenler, insanlık tarihi boyunca bulundukları yerleri ve yaşadıkları coğrafyaları imar ve ıslah etmişler; toplumsal hayatın her aşamasında barışı tesis ederek sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı sürekli hakim kılmaya gayret etmişlerdir.

 

Peygamberimizden önce gelen peygamberlerin insanlığa tebliğ ettikleri mesajları belli bir bölgeye, belli bir ırk veya topluma yönelikti. Peygamberimizin mesajı ise evrenseldir. Bölge ve ırk farkı gözetmeden bütün beşeriyeti kuşatmaktadır. Ahir zaman peygamberi olarak Hz. Muhammed’in (a.s.) mesajı, kıyamet gününe kadar bütün insanlığa; ülke ve bölge farkı gözetmeden bütün beşeriyete yöneliktir. O, evrensel birlik ve dayanışmayı ilk defa dünya gündemine getirmiştir16.

 

Ortak kültürümüzde ve düşünce geleneğimizde öncelikle ailemizin, komşularımızın, bölge ve ülkelerimizin iyiliği için çalışırken bütün insanlığın iyiliği ve faydası için de gayret edilmesi her insan için temel bir görev kabul edilir. Bugün de ayrıştırıcı değil, birleştirici yardımlaşma ve dayanışmayı önceleyen ortak gayretler, coğrafyamıza ve küresel düzeye de taşınabilir. Çünkü düşünce geleneğimizde Yunus Emre’nin ifadesiyle “Yaradandan ötürü bütün yaratılanları severiz”. Düşünce geleneğimizde insanlık bir bütün olarak kabul edilir. Ahmed Yesevî’ye göre “hiç kimseyi incitmemek sünnetir”17. Kendimizi beşeriyetin bir parçası sayarız.

 

4.2.        Farklılıkların Çatışmanın Değil, Dayanışmanın Nedeni Olması İlkesi

Düşünce geleneğimizde Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın çocukları olan bütün insanların farklı dilleri konuşması, farklı din ve ırklara mensup olması doğaldır. Kur’an’ın bütün insanlığa hitabı, “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.  Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz takva sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır

 

18. Tehlikelere karşı koruyan kabı veya korunağı ifade eden “vikaye” kökünden türetilen “tava” sahibi olan insana “muttaki” denilir. Muttaki insan, İslam’ın temel ilkelerine uyarak dünyada kendini kötülüklerden ve ahirette ise, Allah’ın azabından koruyan insandır.

 

Hz. Muhammed (a.s.) bir kabilenin, bir ırkın peygamberi değildir. O, insanlık tarihi boyunca çatışmaların kaynağı olan ırkçılığı ortadan kaldırdı. Ona göre her insan, atalarının yaptığı iyiliklerle övünebilir. Fakat ırkçılık yaparak diğer insanları dışlayamaz. Düşünce geleneğimizin temel ilkelerinden birisi de kim olursa olsun; her insana karşı saygılı davranmak ve onların temel hak ve özgürlüklerini gözetmek insanî bir görevdir. İnsanı yücelten yaptığı işin iyi (amel-i salih) olmasıdır. Üstünlük, insanlara faydalı olma, her çeşit haksızlığa ve baskıya karşı tavır alma gayretleriyle elde edilir. İyi (irfanlı) insan, başkasına zulmetmeyen ve kendisine zulmedilmesine rıza göstermeyen insandır. İyi insan, ahlak ve kültürel faaliyetlerde ve sanatta iyi ve güzeli öne çıkarmaya gayret eden, ilimde doğruların ortaya konması için çalışan, iktisadi faaliyetlerinde sahip olduğu kaynakları israf etmeden faydalı olan mal ve hizmetleri üreten ve siyasette ise, insanların temel haklarına saygılı olan ve adaleti tesis etmek için uğraşan insandır19.

 

4.3.        Akli Deliller ile Nakli Delillerin Birlikte Kullanılması İlkesi

Peygamberimiz, insanlığa karşılaşılan sorunların çözümünde akli deliller ile nakli (vahiy kaynaklı) delillerin birlikte kullanılmasını öğretmiş ve uygulamalarıyla göstermiştir. O, akılla nakli, ilimle vahyi birleştirmiştir. Düşünce geleneğimizde de karşılaşılan sorunları çözmede aklımızı sonuna kadar kullanırız. Gözlemlerimizi göz önünde bulundurarak vardığımız neticeyi de nakli delilleriyle test ederiz. Çünkü Peygamberimizi izleyen arkadaşları (sahabeleri) ve Hicretin ilk dört yüzyılında yetişen İslam alimleri, Kuran ve hadislere dayanarak sorun çözme yöntemlerini (Usul-u Fıkhı) geliştirmişlerdir20. Sorun çözmede akli ve vahiy kaynaklı delilleri birlikte kullanmışlardır.

 

İslam Fıkhı’na göre ilim, kâinatta cereyan eden doağl kanunların insan tarafından keşfedilmesidir.  Fizik ve Kimya gibi akli-doğal bilimlerin ilkeleri kâinatta var olan doğal kanunlardır. Bu doğal kanunları fizikçi ve kimyagerler keşfetmektedirler. Doğal kanunları koyan (vazı-ı) da ve peygamberler yoluyla beşeriyete gönderilen vahye dayan kanunlarını belirleyen de Allah’tır. Bundan dolayı İslam’da akli deliller ile vahy-i deliller arasında çatışma ve çelişki yoktur. Çünkü insana akıl veren de kâinatı yaratan da aynı Allah’tır. Kâinattaki doğal kanunlar da Allah’ın ilim ve kudretin gösteren mücessem ayet ve delillerdir21.   Bu bakımdan kâinatta var olan her varlık İlahi kudreti gösteren bir ayettir. Bu bakımdan kâinat, adeta bir ilahi kitap gibidir. Bundan dolayı doğal (kevni) kanunlar Kur’an ile çelişmezler22. Kur’an adeta kâinat kitabının bir özetidir. İlim adamlarının ilmi gerçekleri keşfetmek için geliştirdikleri teoriler ilim değildir. İlmi gerçekleri keşfetmek için teorisyenler tarafından geliştirilen birer yöntem ve merdivenlerdir. Bu teoriler, ilmi gerçeklerin keşfedilmesine vesile olur ise, o zaman ilim haline gelirler.

 

İslam tarihi boyunca tevhid ve adalete inan âlimler, akılla vardıkları neticeleri dört temel delil (edile-i erba’aya) ile test ederek karşılaşılan sorunlara çözüm üretmeye gayret etmişlerdir.  Bundan dolayı Müslüman âlimlerin ekseriyeti, kimsenin şahsi menfaat ve ikbaline hizmet edecek ve beşeriyeti hile ve desiseler ile kandıracak teorileri bilerek üretmemişlerdir. İlim ile hidayeti birleştiren alimler feraset (öngörü) sahibi yol gösteren rehberler olmuşlardır. Onlar, insanların hak ve adalet bilinçlerini geliştirerek yeryüzünün imar ve ıslahına katkıda bulunma irade ve azimlerini artırmışlardır. Düşünce geleneğimizin temel ilkelerine inanan âlimler gelecekte “farklılıkta birlik” ilkelerine göre geliştirecekleri strateji ve politikalarla kültür coğrafyamızda yardımlaşma ve dayanışmayı arttıracaklar ve karşılaşılan sorunlara yeni çözümler üreteceklerdir. Âlimlerimiz geçmişte olduğu gibi gelecekte de inançlarını düşünceye, düşüncelerini söylemlere ve söylemlerini de eyleme dönüştürerek diğer insanlara örnek olacaklar ve coğrafyamızın makus talihini değiştirmede rehber olma görevlerini üstleneceklerdir.

4.4.        İnsanın Eyleminin İnsanı İyi veya Kötü Kılma İlkesi

Hz. Muhammed’den (a s.) önce insanlar iyi veya kötü kabul edilirdi. İnsanların doğuştan günahkâr ve kötü olduğuna inanılırdı. Mücadelenin kötü insanlarla iyiler arasında cereyan ettiği varsayılırdı. Hz. Muhammed (a.s.), doğuştan bütün insanların İslam fıtratı üzerinde doğduğunu, “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar da, sonradan baba- annesi onu Yahudi veya Mecusi yahut ta Hristiyan yapar”23 hadisi ile ifade etmiştir. O, ırklarına, soy- soplarına bakılmaksızın bütün insanların doğuşta (fıtraten) iyilik yapma eğilimine sahip olduklarını ilân etti.

 

Buluğ çağına gelen insanın ahlaki eylemleri kötü ve çirkinse, bilgileri yanlış, ürettikleri mal ve hizmetleri insan için zararlı, siyasi faaliyetleri haksızlık ve zulme yol açıyor ise, kötü insandır. İyi insan olmak için bu kötü eylemlerden vazgeçilmesi gerekir. İnsan özü itibariyle kötü değildir. İnsanı kötüleştiren kötü eylemleridir. Şayet insanların eylemleri ahlâken iyi ve güzel, ilmen doğru, iktisaden faydalı ve yaralı, siyasetten de adil ise o insan iyi insandır. İnsanı üstün kılan yaptığı iyi (amel-i salih) işlerdir.

 

Düşünce geleneğimizi biçimlendiren Kur’an, beşeriyeti iyilikte ve Hakk’a teslim olmada yardımlaşmaya, kötülük ve düşmanlıkta ise, yardımlaşmamaya davet etmektedir. Kur’an bu hususu, “bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir”24ayeti ile açıkça ifade etmektedir. Hz. Muhammed (a. s.), insanlık tarihi boyunca birey ve toplumlar arasında devam eden mücadeleyi insanların şahıslarına değil, eylemlerine yöneltmiştir. Her insan, hidayete erer ise, iyi ve güzel işler yapar. Tevhid ve adalet ilkelerinden ayrılır ise, yani dalâlete düşer ve hidayeti kararır ise, kötü işler yapar. Kötülük insanın özünden değil, eyleminden ve yaptığı işin kötü olmasından kaynaklanmaktadır25

 

Düşünce geleneğimizin temel ilkelerinden biri de esas olan iyi ve güzelde, doğruda, faydalıda ve adalette herkes ile yardımlaşmak ve dayanışmaktır. Kötülükte, çirkinlikte, yanlışta, sömürüde, haksızlık ve düşmanlıkta başkalarıyla işbirliği yapmamaktır. Bu ilkelere dayanılarak coğrafyamızda çatışma değil, yardımlaşma ve dayanışma öne çıkarılmış ve asırla boyu vakıf kurumları yoluyla toplumun katmanları arasında yardımlaşma ve dayanışma yaygınlaştırılmıştır.