SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 11 - 26.03.2020

KORONAVİRÜS KRİZİNİN ARKA PLANI

Öncelikle geçmişte MİT Müsteşarlığı görevinde bulunan bir yetkilinin sözünü hatırlamamız faydalı olacaktır;

“Bir suikastın doğurduğu sonuçlar hangi yapının işine yarıyorsa, hangi yapının amaçlarına hizmet ediyorsa, o suikastı o yapı planlamıştır”

Küresel güçlerin acımasız geçmişinin ayak izlerini taşıyan Koronavirüs’ün (COVID-19) şok dalgası bugün  tüm dünyayı etkisi altına almış durumdadır.

Küresel güçler olarak tanımladığımız unsurların arka planında ise, Milli Görüş olarak 50 seneden beri ifade ettiğimiz gibi; insanlığın çektiği maddi ve manevi sıkıntıların sebebi olan 5700 senelik mikrop yani “Siyonizm” bulunmaktadır.

Siyonizm davasını 5000 seneden uzun zamandır sürdüren bir avuç imtiyazlı zümre, siyasi-ekonomik ve teknolojik gücü ellerine geçirmişlerdir ve bu güç sayesinde yüzyıllardır dünya olaylarına yön vermektedirler.

Bu imtiyazlı zümre için kaos çıkarmak, ekonomik krizlerle insanlığı dize getirmek, savaşlar çıkararak kendileri dışındaki insanları birbirine kırdırmak, ülkeleri bölüp parçalamak, mezhepler ve ırklar arası çatışmalar çıkarmak bir ibadettir.  Bizatihi temel sloganları “Kaostan Doğan Düzen (Ordo ab Chao)” dir.  Arkasından kendi düzenlerini hakim kılmak için kaos ve kargaşa çıkarmak, korku ve panik havası oluşturmak başlıca adetlerindendir. Tüm insanlığı dize getirmek ve onlara hükmetmek en önemli hedefleridir.

Yeryüzünün ifsad ordusu olarak da nitelendirebileceğimiz bu zümrenin hedefi siyasi-ekonomik-askeri-sosyal alanda mutlak dünya hakimiyetine ulaşmak, kendileri dışındaki tüm insanlığı kendilerine köle yapmaktır.

Bu köleliğin tam manasıyla gerçekleşebilmesi için, başta İngiltere’deki Tavistock Enstitüsü’nde olmak üzere pek çok koldan “zihin kontrolü” üzerinde çalışmalar  ve deneyler yapmaktadırlar.

Ancak bu noktaya ulaşmadan, kendilerinin birkaç milyonluk nüfuslarıyla 7 milyar insanlığa hükmetmeleri son derece zor olduğu için, kendileri dışındaki çeşitli milletlerden ve dinlerden insanları kendi Siyonist davalarına hizmet ettirebilmek adına çeşitli örgütler kurmuşlar, bu örgütlere diğer ırklardan insanları üye yapmışlardır. Yine aynı amaca matuf olarak, Protestanlık mezhebini bunlar ortaya çıkarmışlar, Hıristiyan Siyonistler yetiştirmek için Evanjelizm mezhebini de kendileri kurmuşlardır.

Bu metodun yanında, kendileri dışındaki insanların sayısını azaltmak için de pek çok farklı metodu denemişler ve hala da denemeye devam etmektedirler.

Savaşlar, terör, iç savaşlar, kanser ve kısırlığın yaygınlaştırılması, kitlesel ölümlere yol açan atom bombaları ve biyolojik silahlar bu metodlardandır.

Örneğin 1. Ve 2. Dünya Savaşları’nı ve tarihteki daha pek çok savaşı çıkaran bunlardır,  kanserojen katkı maddeleri ile gıdaları ifsad etmek, genetiğiyle oynayarak tohumları ve ekinleri bozmak bunların marifetidir.

GDO’lu tohumları üreten ABD’li “Monsanto” şirketi doğrudan doğruya bunların kuruluşudur.

GDO’lu ürünlerle, kanserojen katkı maddeleriyle, aynı zamanda da tamamen kontrollerinde olan aşı ve ilaç sanayiyle kanseri ve kısırlığı tüm dünyada yaygınlaştırmaktadırlar. Bugün dünya ilaç endüstrisinin yüzde doksanı bu imtiyazlı zümrenin ilaç firmalarının elindedir.

Bunlara ilaveten, biyolojik silahlar hem konvansiyonel savaş yöntemlerine göre daha düşük maliyetli olması, hem büyük ölçüde faili meçhul olarak kalması, hem de savaşların aksine kendi taraflarından herhangi bir zayiata yol açmaması nedeniyle onlar için son derece avantajlıdır.

Bütün mesele kısa ve kolay yoldan kendileri dışındaki dünya nüfusunu azaltmak, böylece dünyayı kolay hükmedilebilir hale getirmektir. Onların zihniyetine göre dünya nüfusunun 6 milyarlık kısmı fazladır, gereksiz yere “imtiyazlı zümre”nin hakkı olan kaynakları tüketmektedirler. Öyleyse bunlardan kurtulmak gereklidir. Birkaç milyon Siyonist ve onlara hizmet edecek, onların refahı ve konforu için çalışacak 1 milyar kadar “köle” yeterlidir.

Biyolojik silahlar bu amaca hizmet etmesi bakımından adeta biçilmiş kaftandır. Koronavirüs hadisesi işte bu açıdan değerlendirildiğinde şüphelerimizi fazlasıyla artırmaktadır.

Bu noktada bu “imtiyazlı zümre”nin önde gelenlerinden Amerika’lı Rockfeller ailesinin kurduğu Rockfeller Vakfı’nın internet sitesinde bundan tam 10 sene önce bugün yaşamakta olduğumuz Koronavirüs krizinin sadece virüsün adı verilmeden, fakat bütün ayrıntılarıyla bir “gelecek senaryosu” olarak yayınlanmış olması son derece manidardır. 

Buna ilaveten bu konuda uzun yıllardır çalışmalar ve denemeler yapıldığı da bilinmektedir. Örneğin; 1943 yılında ABD tarafından gerçekleştirilen “Kutsal Kâse” biyolojik savaş araştırmasının amacı kuru bakteri veya viral (virüs) ajan üretmek şeklinde idi. Kuru virüs üretimi için yoğun araştırmalar yapıldı ve sonunda 1 ila 5 mikron boyutunda, biyolojik silah olarak kullanılabilecek virüslerin üretimi gerçekleştirildi.

Bu virüsün teneffüs edildiğinde insan vücudunda çok kolay hareket ederek vücudun doğal savunmasının önüne geçtiği ve ciğerlerde tutunduğu görülmüş oldu. 

Bu virüslerin üretimi için Washington’un 50 mil kuzeybatısında, batı Maryland’deki Catoctin Dağları’nda yer alan küçük bir havaalanı tahsis edildi. “Camp Detrick” adı verilen bu alan,  ABD biyolojik silah programının merkezi oldu. 1945 yılında burada virüs programı için çalışanların sayısı 1.770 idi.

1953 yılında Camp Detrict, sarıhumma hastalığını yayan sivrisinek üretmeye başladı ve aylık 500.000 sivrisinek sayısı elde edildi. Pentagon, bu sivrisinekleri, düşman hedeflerine uçaklar ve helikopterlerle ulaştırmayı hedefliyordu.

1963’ten sonra ABD, potansiyel mikroorganizmaları alarak onları kullanılabilir öldürücü virüslere dönüştürebileceklerini öğrendi. İlerleyen zaman içerisinde ABD biyolojik silahların kullanımı konusunda çok büyük mesafeler aldı.

1997-2001 yılları arasında ABD Savunma Bakanı olarak görev yapan William Sebastian Cohen’in (bu şahıs da “imtiyazlı zümre”nin mensuplarındandır) 1998 yılında yaptığı açıklamada virüs savaşlarına  atıfta bulunarak: “bunlar geleceğin silahları olup, gelecek de iyice yaklaşmaktadır” şeklinde ifadeler kullanması çok dikkat çekicidir.

Associated Press haber ajansı da, 15 Kasım 1998’de yaptığı haberde: “Israel Develops New Weapons” başlığı altında İsrail’in genetik mühendislik ürünü olan biyolojik silah geliştirdiğini ve bu silahın Yahudi ırkını etkilemeyip,  Araplar üzerinde etkili olacağını belirtiyordu.

‘GERD’ takma adıyla açıklamalar yapan ABD’li bir yetkili, Afrika’da Thallium, botulinum toksinini yemek ve suda kullandıklarını ve Hepatit A’yı yaydıklarını  ve konteynırlar içerisinde getirdikleri bakteri ve virüsleri Kuzey Namibya’da kullandıklarını “Virüs Savaşları” adlı kitabın yazarı Tom Mangold ve Jeff Goldberg’e itiraf etmiştir.

Afrika’da CCB (Civil Cooperation Bureau-Sivil Dayanışma Bürosu)’de görev yapan Peter Botes de, Afrika’da kolerayı yaydıklarını ve bizzat kendisinin de Mozambik’te bu virüslerin kullanımında aktif rol oynadığını itiraf etmiştir. Yine bu organizasyonun yetkililerinden Basson da yaptığı itirafta; Ebola ve Marburg virüslerini Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yapay olarak  yaydıklarını  ve 1995 yılı sonlarına doğru Zaire’de Ebola virüsü yayılırken kendisinin de orada görevli olduğu belirtmektedir.

ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fort Detrick’te virüsler alanındaki büyük çaplı  çalışmaları ve birçok ülkede ürettiği virüsleri kullandığına dair iddialar ve itiraflar gözönüne alındığında, COVID-19 virüsünün ABD Yönetimi’nin arkasındaki asıl güç olan Siyonist ve Evanjelist zihniyetin ürünü olma  ihtimali güçlenmektedir.

Yeni tip bir virüs olan COVID-19’un, Ebola, Sars ve Mers gibi hayvandan insana geçmesi ister istemez bu virüsün “Fort Detrick” ürünü olma ihtimalini güçlendirmektedir. Çünkü ABD bu tip virüsleri Fort Detrick’te zaten hayvanlar üzerinden geliştirmektedir.

Koronavirüs krizi hızlı ve etkili şekilde dünya nüfusunun azaltılması provası olmasının yanında, doğurduğu ekonomik sonuçlar bakımından da son derece etkili olmuştur. Petrol fiyatlarının hızla düşmesi başta Rusya ve İran gibi ülkeler olmak üzere, çok sayıda Ortadoğu ülkesine de darbe indirmiş, aynı zamanda hızla büyüyen ve güçlenen, pekçok alandaki firmaları ve markaları Amerikan markalarına küresel ölçekte meydan okumaya başlayan Çin de bu krizin sonucunda ağır yara almıştır. Çin’in bu krizden doğan kaybının trilyonlarca dolar olduğu uzmanlar tarafından açıkça ifade edilmektedir.

Koronavirüs insan sağlığı ve hayatı üzerindeki etkilerinin yanında sebep olduğu bu sonuçlarla Çin, Rusya ve İran’a ağır darbeler indirmiştir. Böylelikle “imtiyazlı zümre”nin baş düşmanlarından bir tanesi olarak gördüğü İran, ve yine bu zümrenin kontrolsüz büyümesine göz yumamayacağı Çin ve Rusya bir anlamda terbiye edilmiştir.

COVID-19’un  ABD Başkanı Donald Trump ve Dışişleri Bakanı Pompeo başta olmak üzere ABD’li yetkililer tarafından "Çin virüsü", "Wuhan virüsü" gibi  kavramlarla tanımlanması suçu tamamen Çin’in üzerine yıkmak ve Çin’i bir daha asla seyahat edilmeyecek, ticaret yapılmayacak adeta “lanetli” ülke haline getirmeye yönelik algı operasyonu şeklinde değerlendirilmektedir. 

Ayrıca İran’da insanlar bu katil virüsten kırılırken, ABD Yönetimi’nin İran’a yönelik ambargo kararında ısrarcı olması, hiçbir toleransa yanaşmaması da üzerinde durulması gereken çok ibretlik bir durumdur.

AB ülkeleri ve özellikle İtalya’da COVID-19’un yaygınlaştırılması da,  Evanjelist ve Siyonistlerin Katolik dünyası üzerinde  hegemonya kurma ve Avrupa’nın tamamen ABD-Siyonizm merkezli hareket etmesini sağlamaya yönelik olabilir.

Sonuç olarak; laboratuvarlarda üretilen mikroskopik organizmalar (virüsler) geleceğin silahları olup, aynı anda milyonlarca, hatta milyarlarca insanı etkilemeleri ve hatta öldürmeleri söz konusudur. Bunların populasyonunu geliştirmek, yaymak ve en sonunda insanları kitlesel şekilde öldürmek ana amaçtır. Bunlar COVID-19 örneğinde olduğu gibi, atom bombaları kadar etkili, çok daha düşük maliyetli, ve en önemlisi de atom bombalarının aksine büyük ölçüde “faili meçhul” silahlardır.

Bütün bu özellikleri nedeniyle de, “imtiyazlı zümre”nin amaçlarına hizmet etme potansiyelleri çok yüksektir.

Özellikle Türkiye’nin ve tüm İslam Alemi’nin bu virüs krizinden dersler çıkararak, önleyici tedbirlerin geliştirilmesi için çalışmalar yapması çok büyük önem arz etmektedir.

Geleceğin savaş konseptini oluşturan  küresel boyuttaki Siyonist biyolojik savaş tehdidine karşı bundan böyle daha hazırlıklı ve bilinçli olmamız gereklidir.

……………………………………………………………………………….

 KORONAVİRÜS KRİZİNİN EKONOMİK ETKİLERİNE KARŞI HÜKÜMET TARAFINDAN HAZIRLANAN

“EKONOMİK İSTİKRAR KALKANI”  İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME

Koronavirüs Salgını çok kısa süre içerisinde dünya genelinde ekonomik hayatı durma noktasına getirmiştir. Önceden öngörülemeyen bu krizin sebep olduğu ekonomik tahribatı azaltabilmek için ülkeler acil Ekonomik Tedbir paketleri açıklıyorlar. Bu maksatla Türkiye’de de Hükümet, toplam tutarının 100 Milyar TL olduğu ifade edilen 19 maddelik Ekonomik Paketi uygulamaya başlayacağını ilan etti.  

1. Türkiye Ekonomisi için bu tutar (100 Milyar TL = 16 Milyar $) çok yetersizdir. 

Bu miktarın, 750 milyar $ büyüklüğe sahip Türkiye Ekonomisini Koronavirüs salgınının sebep olacağı ekonomik zararlardan koruması maalesef mümkün değildir. Paketin toplam tutarı değerlendirildiğinde, Türkiye ekonomik destek paketi açıklayan ülkeler arasında son sıralarda yer almaktadır. Toplam tutarın milli gelire oranına baktığımızda, İtalya son sırada yer almaktadır ki; İtalya dünya genelinde en fazla can kaybının yaşandığı ülke durumundadır. Türkiye ise İtalya’dan sonra sondan ikinci sırada bulunmaktadır. Türkiye’nin ilan ettiği Ekonomik Tedbir paketi milli gelirinin sadece %2,15’ni kapsamaktadır. Bu oran Polonya’da %9,2 gelişmiş Avrupa ülkelerinde ise %14-16 civarındadır. Dolayısıyla açıklanan paket Türkiye Ekonomisi için yetersizdir. Hükümetin acilen en az 75 milyar $ mertebesinde Ekonomik Tedbir Paketi hazırlaması gerekmektedir.    

 

         EkonomikPaket(Milyar $)        Milli Gelire Oranı (%)
ABD 1000 4,7
Almanya 614 16
İngiltere 412 15
Fransa 380 14
İspanya 220 16
Polonya 52 9,2
İtalya 27,5 1,4
Türkiye 16 2,15

 

2. Türkiye ekonomisi için zaten yetersiz olan bu paketin içeriğine bakıldığında, aslında ifade edildiği gibi 100 Milyar TL’lik bir paket olmadığı da görülmektedir.

19 maddelik ‘Ekonomik Tedbir’ paketinin sadece 2 maddesi ekonomiye doğrudan maddi kaynak girişini sağlamaktadır. Bunlardan birincisi ihtiyaç sahibi ailelere ilave 2 Milyar TL tutarında nakdi yardım yapılması, ikincisi ise en düşük emekli maaşının 1500 TL’ye yükseltilmesidir. 2020 bütçesi tarafından karşılanacak bu iki maddenin toplam maliyeti sadece 5 Milyar TL yapmaktadır. Bunların dışında devlet tarafından paket kapsamında taahhüt edilen mali karşılığı olan maddeler; emeklilere ödenen bayram ikramiyesinin iki ay öne alınmasını ve işverenlerin ödemesi gereken çeşitli vergi ve sigorta primlerinin ertelenmesini öngörmektedir. Paket içerisinde sıfırlanıyormuş gibi maliyet hesabı yapılan, fakat aslında sadece zamanlaması değiştirilen bu adımların toplam maliyeti de sadece 10 Milyar TL civarındadır. Dolayısıyla açıklanan paket kapsamında devletin üzerine düşen toplam miktar sadece 15 Milyar TL = 2,5 Milyar $’dır.

3. Paketin başarısı Hükümetin kararlılığına ya da fedakarlığına DEĞİL, Bankacılık sektörünün tutumuna bağlıdır.

Paket, devlet eliyle ekonomi çarklarının dönmesini temin edebilecek maddi destekleri doğrudan sağlamak yerine, işleri durma noktasına gelen firmaların ayakta kalabilmeleri için bankacılık sektörü üzerinden borçlandırma tedbirleri sunmaktadır. Yani, ekonomik paketin kurtuluş reçetesi olarak sunduğu tek çözüm: BORÇLANMAYA, BORÇ-FAİZ EKONOMİSİ’NE bütün hızıyla devam etmektir. Firmaların kesilen nakit akışı neticesinde ödeyemedikleri banka kredilerine ait anapara ve faiz ödemeleriyle esnaf ve sanatkarların Halkbank’a olan kredi borçları paket kapsamında ertelenmektedir. Ayrıca ekonomik paket, bankacılık sektörünü firmaların kira, çalışan, elektrik gibi temel masraflarının finansmanı için yeni borç taleplerine anlayışlı davranmaya davet etmekte ve KOBİ’lerin yeni borçlanmalar için ihtiyaç duyacağı teminat açığını KGF üzerinden temin etmeyi planlamaktadır. Ocak 2020 tarihi itibariyle, KOBİ’ler dahil bütün ticari kredilerin sadece %45’nin kamu bankaları tarafından verilmiş olduğunu göz önüne alınırsa ekonomik paketin başarısının devletin kontrolü dışında bankacılık sektörünün bu kriz döneminde yeni kredilere karşı tutumuna bağlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Her geçen gün hızla derinleşen ekonomik krizin sebep olacağı bütün riskleri bankacılık sektörü üzerine yıkmayı planlayan bu ekonomik paket KGF üzerinden toplam ticari kredilerin sadece %1,2’sine karşılık gelen 25 Milyar TL ilave riske destek sunmaktadır.

4. Paket; çalışanları işverenin insafına, işverenleri de bankacılık sisteminin insafına terk etmektedir.

Her ne kadar Ekonomik Paketin sunumunda “istihdamın muhafazası” ifadesi ön plana çıkarılmış olsa da paketin içeriği istihdamı doğrudan temin edebilecek önlemleri içermemektedir. Ekonomik paketin kurgusu tersten çalışan bir süreç sunmaktadır. Yani, bankacılık sektörünün takdir edeceği yeni borç miktarı nispetinde ve sağlayacağı mevcut borçlarının ötelenmesi imkanı nispetinde firmalar ayakta kalacaklar ve ayakta kalacak firmalar kadar insanlar işlerini muhafaza edebilecekler. Maalesef ki, fikri altyapısı tamamen hatalı bir paket sunulmaktadır. Firmalar üretim/ticari faaliyetleri neticesinde elde ettikleri kazançla değil, bankadan temin edebilecekleri borç sayesinde ayakta kalabiliyorlar. Azalan veya tamamen duran ticari faaliyetleri neticesinde borcunu veya ekonomik faaliyetlerini çeviremeyen firmaların ücretsiz izin vermesini veya işçi çıkarmasını önleyecek herhangi bir tedbir pakette sunulmamıştır. İçişleri Bakanlığının Koronavirüs salgınıyla mücadele için çıkarmış olduğu bir genelge kapsamında Türkiye genelinde 149.382 iş yeri geçici süreliğine faaliyetlerine ara vermek durumunda kalmış ve bir gün içerisinde 500.000’e yakın kişi işini kaybetmiştir.  

5.    Türkiye’nin zaten derin bir ekonomik buhran içerisinde olduğu ve hali hazırda işsiz olan 6,6 milyon kişi yok sayılmaktadır.  

2019 sonu itibariyle Türkiye genelinde 4,5 milyon kişi aktif olarak iş aradığı halde bulamamaktadır ve gerçek manada 6,6 milyon kişi maalesef işsizdir. 2019 yılı içerisinde Türkiye Ekonomisinin istihdam kapasitesi yani iş sahibi çalışanların sayısı 658.000 kişi azalmıştır. Türkiye ekonomik olarak iş üretebilen değil, işsizlik üreten bir yapıya doğru evirilmektedir. Koronavirüs öncesi iş imkânı üretebilme kapasitesini kaybetmiş olan Türkiye Ekonomisinin Koronavirüs salgını ile durma noktasına gelen ekonominin acil ve çok radikal  yapısal tedbirler alınmadığı sürece bu işsizlere iş üretmesi mümkün değildir. Maalesef açıklanan ekonomik tedbir paketinde ekonomimizin en önemli sorunlarının başında gelen bu konuda somut bir adım atılmamış, tedbir alınmamıştır. Paketle birlikte duyurusu yapılan 20.000 yeni öğretmen ataması işsizlik probleminin yüzde birine bile çözüm olamayacak kadar yetersizdir. 

6. Milyonlarca işsiz geçimini nasıl sağlayacak ?

Vatandaşının refahını düşünen her ülkenin öncelikli cevaplandırması gereken bu en temel soruyu Ekonomik Paket maalesef görmezden gelmiş, cevap üretmemiştir. 2019 yılından enkaz olarak devir alınan ama iş bulabilmeleri için ekonomik pakette hiçbir aksiyon alınmayan 6,6 milyon işsiz ile Koronavirüs salgını neticesinde işini kaybetme tehlikesiyle yüzleşen ama işlerini kaybetmemeleri için ekonomik pakette hiçbir önlem alınmayan milyonların geçimini nasıl temin edeceği konusuna da ekonomik pakette yer verilmemiştir.Bu maksatla, çalışanların işsiz kaldığı dönemlerde kullanılmak üzere İşsizlik Fonu’ndabiriken ve sadece 9 Milyar TL’si nakit olan 131,6 Milyar TL’nin nakit yapıya nasıl kavuşturulacağı, nasıl ve ne miktarda kullanılacağı konuları da paketin içeriğinde açıklığa kavuşturulmamıştır. Ekonomimizin ve hatta toplumsal yapımızın en önemli sorunu olarak karşımızda duran bu problem için en kısa sürede acil eylem planı oluşturulmalıdır. Aksi takdirde hem ekonomimiz hem de toplumsal yapımız onarılması çok güç yaralar alacaktır.

7. Paket, ekonominin mevcut durumunu göz ardı etmektedir. 

Ekonomi paketlerinin başarılı olabilmeleri büyük ölçüde ekonominin içinden geçmekte olduğu durum ve şartlara uyum gösterebilme kapasitesine bağlıdır. İçinde bulunduğu durum ve şartları gözardı eden bir programın başarılı olma ihtimali yoktur. Koronavirüs salgınının sebep olacağı ekonomik yıkımları en aza indirmek için hazırlandığı ifade edilen “Ekonomik Destek Paketi” tasarlanırken Türkiye ekonomisinin ana kırılganlık unsurları olan “yüksek borçluluk” ve “artan kur” hesaba katılmamıştır. Kendi para birimi sürekli değer kaybeden ve çok yüksek oranda iç ve dış borç yüküne sahip bir ülkenin ekonomik krizden daha da borçlanarak ve iç piyasasına dönük önlemler ile çıkabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla ekonomik paket yetersizliğinin yanında, paketin kurgusu ekonomik gerçeklikler ile uyumsuzdur, hatta çelişmektedir. Yıl başından beri TL %10, son altı ayda %16, son bir yılda ise %30’dan fazla değer kaybetmiştir. TL’ye olan güven sarsılmıştır. Ülke olarak 172 Milyar $’ı bir yıl içerisinde ödenmek zorunda olan toplam 434 Milyar $ dış borcumuz mevcuttur. Fakat açıklanan “Ekonomik Destek Paketi” sanki istikrarlı bir para birimimiz varmış gibi ve sanki risk oluşturabilecek seviyede borcumuz yokmuş gibi bu gerçek tehditlere karşı herhangi bir tedbir öngörmemektedir.   

8. Ekonomik Paket acilen genişletilmelidir.

 

  • İşsizlere üç ay (Nisan + Mayıs + Haziran) boyunca işsizlik maaşı hiçbir koşul aranmaksızın bağlanmalıdır.
  • İşsizlere üç ay boyunca su, elektrik ve doğalgaz desteği yapılmalıdır.
  • İşsizlere temel temizlik ve hijyen malzemeleri üç ay boyunca ücretsiz verilmelidir.
  • İşsizlere çocuklarının uzaktan eğitimine destek olması için ücretsiz internet hizmeti sağlanmalıdır.
  • Asgari ücret üzerindeki tüm vergiler kaldırılmalıdır.
  • Temel gıda, temizlik ve hijyen ürünleri üzerindeki tüm vergiler kaldırılmalıdır.
  • Su, elektrik ve doğalgaz fatura borcu nedeniyle kapatılan abonelikler hiçbir masraf alınmadan ve işleme gerek duymadan yeniden açılmalıdır. Üç ay boyunca gelecek faturalara isteğe bağlı taksit imkânı sunulmalıdır.
  • Akaryakıt üzerindeki vergi yükü en azından yarıya indirilmelidir.
  • Doğalgaz ve elektrik fiyatlarına %30 indirim yapılmalıdır.  
  • Tarımsal üretime ve çiftçilere yeni destek programları açıklanmalıdır.
  • Tarım ürünlerine yüksek taban fiyatları bugünden ilan edilmelidir.
  • Sosyal dayanışmanın bir gereği olarak, üç ay (Nisan + Mayıs + Haziran) boyunca kira ödemeleri askıya alınmalıdır.
  • Batık kredileri ve borçları devlet adına tasfiye etmek için genel müdürlük kurulmalıdır.
  • Firmaların ödemiş oldukları vergiler nispetinde faizsiz acil destek sağlanmalıdır.
  • Firmaların birtakım fırsatçı yabancı yatırımcılara satışına kontrol getirilmelidir.
  • Firmaların bu dönemdeki istihdam sağlama durumlarına göre öncelikli ve faizsiz kaynak kullandırma imkânı sunulmalıdır.
  • Firmaların bu dönemdeki istihdam sağlama durumlarına göre ürünlerinin alımında kullanılacak alışveriş çekleri emekli ve işsizlere dağıtılmalıdır. 
  • Firmaların bu dönemdeki istihdam sağlama durumlarına göre 2020 ve 2021 yılları için kurumlar ve gelir vergisinden indirim yapılmalıdır.

       Yeniden Refah Partisi Ekonomik İşler Başkanlığı

 

 

DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZİN DÜNYA GÖRÜŞÜ: FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ

Prof.Dr. Arif ERSOY

DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZ VE COĞRAFYAMIZDA İSTİKRAR

İslam dinin etkisi altında oluşan düşünce geleneğimizin dayandığı temel ilkelerden hareketle kurulan Osmanlı Beyliği, dünyanın merkezinde yer alan coğrafyamızda farklılıkta birliği tesis ederek dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti haline geldi. Bu coğrafyada farklı din, dil ve kültüre sahip olan 36 topluluk arasında düşünce geleneğimizin farklılıkları birliğe dönüştüren ilkeleri uygulanarak bir arada birlik ve istikrar içinde yüzyıllar boyunca yaşamasına ortam hazırlandı.

2.1. Düşünce Geleneğimizin Dayandığı Temel Paradigmalar: Hak ve Adalet

 Milletimizin fikri geleneği, İslam medeniyetinin dayandığı “Hak Merkezli Dayanışmacı Dünya Görüş’ünün” etkisi altında oluşmuş ve gelişmiştir. Bu dünya görüşüne göre kâinatta ahenk ve dayanışma hakimdir. Evrendeki denge ve düzen bu dayanışmayı ifade etmektedir. İnsanlar arasında da dayanışma ve yardımlaşma esas olmalıdır. Sosyal hayatta barış ve dayanışma, fertlerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması ve nimet-külfetin adil paylaşımıyla sağlanır. “Hak Merkezli Dayanışmacı Dünya Görüşüne” (HMDDG) göre sosyal teşkilatlanmanın gayesi, hukukun üstünlüğünü sağlamak, haklı olanların temel haklarının korumak ve nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis etmektir3. İnsan haklarının baskı ve dayatma ile ihlal edildiği ve nimet- külfet paylaşımın adil olmadığı bir ortamda barış ve dayanışma tesis edilemez. Toplumun farklı katmanları, sosyal gruplar ve toplumlar arasında sürtüşme ve çatışmalar engellenemez.

Hz. Muhammed (a. s.), daha önce kabileler arasında gerginlik ve çatışmaların yaygın olduğu ve farklı inançlara sahip olan kabilelerin yaşadığı Yesrib diye bilinen Medine’ye hicret ettikten sonra şehirde yaşayan Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve putperest Arap kabileleri arasında ortak paydaları içeren “Medine Vesikası” diye bilinen ortak anlaşma ile “Medine Site Devletini” kurdu. Bu anlaşmaya göre Medine ve civarındaki sakinler, kendi inançlarını serbestçe yaşayacaklar ve iç işlerinde kendi adet ve geleneklerine göre hareket edeceklerdi. Medine’yi dış saldırılara karşı birlikte savunacaklardı. Kentte yaşayan farklı ırk, din ve dile sahip olanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıkların çözümünde Medine Site Devletinin başkanı olan Hz. Muhammed’in hakemliğini kabul edeceklerdi4. Medine Vesikası, Medine Site Devleti’nin sınırları içinde yaşayan farklı inanç ve farklı kabilelere mensup olan toplumlar arasında iş birliği ve dayanışmayı sağlayan yeryüzünün ilk yazılı anayasa kabul edilmektedir5. Bu anlaşma ile insanlık tarihinde ilk kez “farklılıkta birlik” ilkesine dayanan yeni bir düzen kurulmuş ve İslam Medeniyetinin inşası başlatılmıştır.

----------

3 Arif Ersoy, İktisadi Teoriler ve Düşünceler Tarihi, Gözden geçirilmiş Dördüncü Baskı, Nobel Yayınları, Ankara, 2015a, s.4.

4 Ramazan Gümüş, “İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası”, Politik Akademi, İstanbul 2018, s. 2.

5 Muhammed Hamidullah, Introduction to Islam, IIFSO, İkinci Baskı, Malezya, 1958, s.14-16.

 

Atalarımız İslam Dini kabul etmekle hidayete erdiler.Hidayete erme, bir bakıma Tevhid ve adalet paradigmalarının kabul ve ilandır.Atalarımız hidayete ermekle kabilecilik anlayışını terk ettiler. Milleti İbrahim anlayışını benimsediler. Bu anlayış, ırkı anlamında bir birlikten çok    inançta, düşüncede, söylem ve eylemde birlikteliğe dayalı bir toplumun oluşmasına ortam hazırladı. Kendilerine Medine Site Devlet’ini örnek almakla farklıkta birlik içinde yaşama düşünce ve geleneğine sahip oldular.Bu yürüyüş dünyanın merkezi olan coğrafyamızda Selçuklu Davetinin kurulması ve dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti’nin farklı din, ırk ve kültüre sahip 36 topluluğun birlikte barış içinde yaşadıkları bir medeniyetin inşasına dönüşmüştür.

İslam medeniyetinin kurum ve kuruluşları, sosyal hayatta yardımlaşma (teavün) ve dayanışmaya (tesanüt) sağlamayı ve farklılıkları birliğe dönüştürmeyi hedeflemektedir. Farklılıkta birliğin sağlanması, ancak haklı olanın güçlü kılınması ve nimet/külfetin paylaşılmasında adaletin tesis edilmesi ile sağlanabilir. Medeniyetimizin kurumları bu iki paradigmaya uygun olarak işlevlerini yerine getirdikleri sürece coğrafyamızda barış ve huzur sağlanmış; farklılıklar dayanışma ve yardımlaşmanın temel dinamikleri haline gelmiştir6.

Kendi ülkemizde ve İslam coğrafyasında yaşıyan kitleler ve toplumlar arasında barış ve dayanışmayı sağlamak ancak ortak dünya görüşümüzün biçimlendirdiği “farklılıkta birlik” ilkesini hayata aktaracak stratejilerin geliştirilmesi ve uygulanması ile gerçekleştirilecektir. Bu hedefe ulaşmak için sömürgeci düşünce ve geleneğinin ürünü olan mevcut çarpık kurumsal yapılar yeniden gözden geçirilmeli ve günümüzün ihtiyaçlarını giderecek yeni kurum ve kuruluşların kurulması gerekmektedir. Güçlü olmayı haklı olmanın nedeni sayan mevcut kurumsal yapı, coğrafyamızda yaşayan kitlelerin sahip olduğu dünya görüşü ve değer ölçüleriyle uyuşmamaktadır. Gücü ve menfaati haklı olmanın nedeni kabul eden Irkçı ve tekelci mihraklar, coğrafyamıza gerginlik, çatışma ve sömürüden başka ne getirdiler ki ?  

2.2.        Kuvvet Merkezli Çatışmacı- Sömürgeci Zihniyetin Temel Paradigmaları: Kuvvetin Hak Nedeni Sayılması ve Nimet/Külfet Paylaşım Kurallarının Tekel Konumunda Olanlar Tarafından Belirlenmesi

Kuvveti haklı olmanın nedeni kabul eden “Kuvvet Merkezli Çatışmacı Dünya Görüşü” (KMÇD), bir bakıma tekel konumunda olanların hak verme yetkisini ve nimet/külfet paylaşımının kurallarını koyma ayrıcalığına sahip oldukları bir zihniyeti ifade etmektedir. Bu zihniyete göre kâinatta çatışma vardır. Canlı ve cansızlar arasında çatışma olduğu gibi, insanlar arasında, sosyal grup ve sınıflar arasında da sürekli menfaat çatışma bulunmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca sürüp giden çatışma güçlü ile zayıf, köle ile efendi, serf ile dere bey, işçi ile burjuva sınıfı arasında cereyan etmiştir. K. Marx’ a göre bu sürüp giden mücadele, ezen ile ezilen, güçlü ile zayıf, sömürenler ile sömürülenler arasında devam etmektedir7.

---------

6 Arif Ersoy, “Niçin Milli Anyasa? Bürokratik Anayasadan Demokratik ve Adil Anayasaya”, Milli AnyasaŞürası, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM), Ankara, 2012, s. 153.

7 K. H. Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çeviren: Levent Kavas, Ç Yayınevi, Ankara, 1998, s. 65.

 

Bu sürüp giden çatışmanın neticesinde güçlü olan taraf hep galip gelmiş ve gelecektir. Zayıf taraf da mağlup olmuş ve olacaktır. Galip olan güçlü taraf, sosyal hayatı düzenleyen kurallar koyma yetki ve ayrıcalığına sahip olmuş ve olacaktır. Bu anlayışa göre kuvvetli olanların yönetim ve paylaşım kurallarını koymaları doğaldır8. 

Toplumlar ve devletler arasında da çatışma süreklidir. Her şey rakibiyle (zıddı ile kaimdir) ayakta durur9. Zıddı olmayan ideoloji ve sistem varlığını sürdüremez.  Sosyal hayatta çatışmayı gerekli ve doğal kabul eden bu anlayışa göre çatışmada neticede güçlü olan taraf galip gelecektir. Bu nedenle tekel konumunda olan güçlünün hak ve özgürleri belirleme ayrıcalığına sahip olması ve nimet/ külfet paylaşımının kurallarını tekel konumundaki güçlüler tarafından tayın edilmesi olağan karşılanmaktadır. Siyasi ve iktisadi gücü ellerine geçiren imtiyazlılar, kendi   konumlarını   korumak amacıyla sosyal çatışmayı sürekli bir olgu olarak kabul etmekte ve hatta istemektedirler10 Bu anlayışa göre “hak verilmez alınır”. Egemen güce sahip olanların elinde hakkını alman için güçlü olman gerekir.

Bugün coğrafyamız tarihinin en bunalımlı ve istikrasız dönemlerinden biri yaşanmaktadır. Her gün binlerce insanın kanı akıtılmaktadır. Afganistan ve Irak’ın kaynakları adeta talan edilmektedir. Filistin halkının dramı artarak devam etmektedir. Suriye, Yemen ve Libya’daki iç çatışmalar sürdürülmekte; silah üretenler, kara borsa üzerinde öldürücü silahlarını pazarlamaya devam etmektedirler. Çatışmaların sürdüğü bazı bölgelerde yiyecek ve giyecek darlığıyla karşılaşılmasına rağmen çatıştırılan taraflara silah sağlanmakta darlıkla karşılaşılmamaktadır11.

Günümüzde coğrafyamıza yönelik tekelci ve ırkçı mihrakların uyguladıkları strateji ve politikalar, asırlar boyunca birlikte yaşadığımız ve ortak değerlere sahip olduğumuz toplumların dünya görüşü ve değer ölçüleriyle bağdaşmamaktadır. Bundan dolayı ırkçı ve tekelci mihraklar tarafından zorla ve hile ile coğrafyamızda yaşayanlara dayatılan bu politikalar ve takip edilen stratejiler ayrıştırmaya ve çatışma yol açmaktadır.

--------------------

8 Mao Zedong, “On the Correct Handling of Contradictions Among the People”, Selected Works, Cilt: V,ELP. Pekin, 1977, s.393-5.

9 Margaret Thatcher, “Thatcher was Right, Thinking Past the Cold War”, Bu konuşma, 9 Mart 1996 tarihinde Fulton’ da Westminster Kolej’inde yapılmıştır.

10 Maurice Duverger (1971), Politikaya Giriş, Çeviren: TİRYAKİOĞLU, Sami, Varlık Yayınları, Faydalı Kitaplar Serisi, N0:37, İstanbul, 1971, s.13-14.

11 Arif Ersoy, “100 Yıl Sonra I. Dünya Savaşı ve İslam Dünyası: Tarihten Ders Alarak Yeni Bir Dünyanın İnşası”, I. Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu: Emperyalizm ve İslam Dünyası, Ekonomik ve Sosyal Araştırma Merkezi (ESAM), Sempozyum Serisi:3, Ankara, 2015b, s.85.

 

3.     COĞRAFYAMIZDA SİYASİ VE İKTİSADİ İSTİKRARIN SAĞLANMASI İÇİN PARADIGMA DEĞİŞİKLİĞİNİN GEREĞİ 

17. Yüzyılın sonlarına doğru kültür coğrafyamızı doğrudan ve dolaylı olarak etkilemeye başlayan ırkçı- tekelci sömürgeci güçler, yüzyıllar boyunca farklılıkları birlikte yaşamaya dönüştüren ve ortak sorunlarını birlikte çözen halklar, toplum ve devletler arasında ayrıştırıcı ve çatıştırıcı strateji ve politikalar uygulayarak gerginlik ve çatışmalar çıkarttılar. Balkanları, Orta Doğu ve Afrika’yı istikrarsızlaştırdılar. Coğrafyamızdaki devletler, sosyal gruplar ve farklı inanç ve ırkan sahip olan kitleler arasında fitne tohumlarını ektiler. Farklılıklar körüklenerek çatışmaya dönüştürüldü. Bu çatışmacı strateji ve politikalar, ırkçı ve sömürgeci mihraklarının güçlü olmayı haklı olmanın nedeni sayan ve nimet/külfet paylaşımının kurallarını belirleme ayrıcalığına sahip olmalarını yansıtan tahakkümcü ve sömürgeci paradigmalarından kaynaklanmaktadır. 

Kapitalizmin ilk biçimi olan Merkantilist yaklaşıma göre bir ülkenin kazancı, diğer ülkenin zarar etmesiyle sağlanır. Bireyler, sosyal gruplar ve ülkeler arasında menfaat çatışması anlayışını benimseyen sömürgeci mihraklar, kendi ülkelerinin dışındaki coğrafyalarda farklılıkları sürekli çatışmanın dinamiği haline getirdiler. Merkantilist yaklaşımlarıyla bilinen Fransız Michel de Montaigne’ye göre“..bir şahsın sağladığı kâr diğerinin zarardır… Diğerinin zararına yol açmadan birinin kâr elde etmesi mümkün değildir”12.  Farklılıkları    kendi   ülkelerinde birleştirici ortak paydaları artırmak için kullanan ırkçı-tekelci mihraklar din, dil, inaç ve kültürel farklılıkları, bölmek, ayrıştırmak ve çatıştırmak için kullandılar13. Halen bu tür stratejileri coğrafyamızda uygulamaya gayret etmektedirler. Çünkü bu anlayışa göre güçlü olmak haklı olmanın nedeni kabul edildiği gibi menfaat da haklı olmanın temel dayanağı sayılmaktadır14.

Kuvetli olmayı haklı olmanın nedeni sayan sömürgecilerin anlayışı ile dünyanın bu merkez coğrafyasında barış ve dayanışma tesis edilemez. Çünkü bu coğrafyada çatışma ve ayrıştırma devam ettikçe onlar daha fazla kazanacak ve coğrafyamızda yaşayanlar ise, kaybedeceklerdir. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında kaybeden taraf coğrafyamızın insanları olmuştur. İran ve Irak Savaşlarında bölge ülkeleri hem insan, hemde iktisadi açıdan büyük zararlara uğratıldılar. Bölgedeki kaynaklar, demode olmuş silahların alımında çar çur edilmiştir. Körfez ülkelerinin Batı bankalarındaki birikimleri el değiştirdiği gibi bölge ülkelerinin gelirlerine adeta borçlandırma yoluyla el kondu. Afganistan ve Irak’ın işgali coğrafyamızda yüzbinlerce insanın ölümüne yol açtı. Bu hile ve desiselere dayalı sömürgeci politikalar uygulanarak Suriye, Yemen ve Libya’da yüz binlerce masumun ölümüne ve bu ülkelerin kaynaklarının talan edilmesine ortam hazırladı. Yoksulluk ve sefaleti yaygınlaşdırıldı15.

12 Stanley L. Brue, The Evolution of Economic Thought, Beşinci Baskı, theDryden Yayını, Londra, 1994, s. 19.

13 Arif Ersoy, a.g.e., 2015b, s.140.

14 Arif Ersoy, a. g.e., 2018, s.148-149.

15 Arif Ersoy, a.g.e., 2015b, s.177-178.